Bu metinde anlatılan tüm kişiler ve olaylar gerçektir)
Memocuğum,
Sol tarafımdaki boş yeri annen için kapatman çok iyi oldu. Sevindi kadın.
Dile kolay, tam elli yıl bir yastığa baş koyduktan sonra, yeniden yan yana olma ihtiyacı hissediyor.
Açıkcası, ben de seviniyorum bir yandan. Böylece -elli yıldan sonra- sonsuza kadar başının etini yiyebileceğim!
Gülesin diye söylemedim bunu. Evet kulağa komik geliyor. Hatta sizin tabirinizle ironik ama ananla benim gerçeğim budur oğlum.
Tut ki; kiminizin dediği gibi ben anana elli yıl boyunca hayatı zindan ettim. Peki sormazlar mı adama,
ben gittikten sonra bu kadın neden sudan çıkmış balık gibi oldu? Şimdi ben yokum işte.
Bugün de tam onüç ay oldu biliyorsun. Daha mutlu, daha huzurlu, daha dingin diyeniniz var mı?
Artık sadece daha yalnızız evlat, sadece daha yalnız…
Hepsi hepsi tutunacak bir daldır istenen. Kolkola girip yürümek, sırt sırta verip uyumaktır.
“Yüksel Hanım” diye seslenmektir mesela yerli yersiz, yada “Dündar Bey” diye sığınmaktır çoklukla.
Gerisi hikaye, yaşadıkça anlayacaksın. Senin için öncelikli dileğim ve duam, yalnız yaşlanmaman olacaktır.
Bak -öyle veya böyle- biz ananla tam elli yıl bir yastığa baş koyduk. Altı çocuk verdi bana ki dile kolay.
Şimdi sizlere bakıyorum da bir tanesini bile hakkedemiyorsunuz, yalan mı?
Şimdi diyeceksin ki devir değişti. Devri biz değiştirmedik oğlum, sizler değiştirdiniz!
Ne de olsa her nesil kendi istediği devri yaşıyor. Bak bizim devrimiz kapandı size göre.
Üstelik bir bir göçüp gidiyoruz. Bu yaşadığınız devir sizin eserinizdir, bunu unutma…
Umutsuzluğa kapılasın diye söylemiyorum bunları. Varsay ki ben yine deli deli konuşuyorum.
Ne de olsa namımız ‘Deli Dündar’. Deli demişken; başucuma ‘Deli Dündar’ yazdıracaksın değil mi?
Bir de hani şu şarkıdaki gibi ‘geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan’ bir kara kartal resmi olsun.
Sen, kartal heykeli falan diyorsun ama, istemem ben oğlum.
Maazallah, Fenerli veletler kırar falan da, valla hortlatırlar beni, neme lazım…
Gerçi, bu mevzua hiç girmek istemezdim ama, biliyorum ki ta en başından beri kafanı kurcalamakta.
Bir deli olarak baştan söyleyeyim; delilik ya yapılır, ya yapılmaz. İkisinin arası yoktur yani.
Mutlak olan şudur ki evlat, delilik yapan hayıflanmaz, yaptığından da pişman olmaz!
Hayıflanan adam, içinden geleni gereği gibi yapmayan adam, deli olamaz.
Olsa olsa yalandan deli olur ki, bu da er kişiye yaraşmaz…
Hani o hastane döşeğinde güçlükle nefes alırken, elini sıkı sıkıya tutup sana
“Maç kaç kaç” diye sormuştum hatırlıyor musun?
Bunların ağzımdan duyacağın son kelimeler olabileceğini de tahmin ediyordun değil mi?
Öyle olmasaydı hastaneden eve dönerken, ağlaya ağlaya maç dinlemezdin.
İşte o an aklına geleni yapsaydın, şimdi böyle hayıflanıyor olmazdın.
Sadece radyonun sesini sonuna kadar açıp, cepten arayarak “Baba dinle bak” diyecektin.
Ölüm döşeğindeki adama maç dinletmek çok mu delice geldi sana?
O tribünün sesini son kez duyabilmeyi istemek çok mu saçmaydı?
Hani ‘Beşiktaş bizim herşeyimiz’di?
Öyleyse, arabanın içinde bir başına dinleyip ağlayacağına ne bok yemeye aramadın ulan?..
Kusura kalma oğlum. Senden çok ben üzüldüm senin bu durumuna.
Hani, seni ikide bir bana benzetip duruyorlar ya, inanma hiçbirine!
Sen bana benzeyemezsin. Yani delilik bakımından.
Çünkü sen -şimdilik- fazla düşünüp, fazla sorguluyorsun.
Oysa ben senin yaşındayken daha da deliydim biliyor musun?
Hani o malum gün koşup geldiniz ya başıma. Salonun ortasına yatırmışlardı beni boylu boyumca.
Ve feryatlar, ağıtlar sarmıştı dört bir yanı. Ve sen hiç ağlamıyordun hani başucumda.
Sanki dalmıştı gözlerin duvardaki o siyah-beyaz flamaya.
Hani alıp onu takmayı düşünmüştün tabutuma.
Ve en çok da onun altında yatarken görünce ağlamıştın içten içe.
Hani onu bile yapamadın değil mi evlat, hani onu bile…
Ondan gayrı herşeyi yaptın çok şükür, Allah razı olsun.
En küçük olarak sana düşmezdi belki beni yıkayıp, paklamak ya da
ne bileyim rugan pabuçlarına aldırmadan o çamurlu çukura benden önce dalmak.
Herşeyi iyi güzel yaptın da bir şeyler eksik kaldı sanki!..
Belki o ateist inadını kırıp, bir dua edebilirdin ardımdan.
Ya da diğerleriyle birlikte saf tutabilirdin musalla taşının önünde.
Hoş, çok da gerekli değil tabii ama, yine de insan arıyor böyle şeyleri.
“Oğlu namaza durmadı” falan diye homurdandılar da “Size ne ulan!” diyemedim,
işte ona yanıyorum biraz. Yoksa, inandığın şeylerin arkasında durman elbet hoşuma gitti.
Ne de olsa Deli Dündar’ın sulbünden düşmüş adamsın…
Hani sen, ben ve hoca o loş odada yalnız kaldık ya.
Hani bir kalıp sabun, bir paket tuz ve pamuğa kalmıştı işim.
Ve ben mermerden, oda benden daha soğuktu hani.
Ve sırtımı sabunluyordu hoca o sarı süngerle.
Ve sana dönüktü yüzüm, yanağım avucundaydı.
Ve omzumdan tutuyordun sarılır gibi.
Hani üşümüştü yüzüm, omuzum ısıtamıyordun.
Su şarıldayıp, hoca mırıldanıyorken ezanlar yankılanıyordu.
Ve beni hiç sarsmıyordun, kendin hıçkırıklarla sarsılırken.
Ve kimseler duymadı ağladığını, ezanlar çın çın ötüp, su şarıldarken…
İşte orada gördüm ben seni evlat. Diğerlerinin görüp görmemesi hiç umurumda değil hani.
Ne güzel bir Pazar’dı değil mi o gün? Güneş ne de güzel parıldıyordu geniş avlunun mermerlerinde.
Sandukamın içi bile sıcacıktı. Keyifli bir uyuşuklukla yatıyordum öylece.
Ve sen dikiliyordun yine başucumda.
Ve kara gözlüklerinin ardında buğuluydu gözlerin.
Ve tek bir şeye odaklanmıştın biliyorum.
Tepemdeki üçgen çıkıntının ucunda baş kısmı yerine tam oturmamış o raptiyeye bakıyordun.
Güneş vurdukça üzerime, bir tek o raptiye parıldıyordu gözüne.
Çünkü, diğerleri gibi yeşil çuhanın içine gömülmemişti başı.
Hafifçe çıkıktı sana doğru, sırayı bozup sırıtıyordu sanki.
Hatırlıyor musun, sana ne diyordu o raptiye?
“Hadi, bi koşu eve git. O flamayı kap gel ve işte tam buraya as…”
“Hadi” diye parıl parıl parıldadı gözlerinin içine.
“Sen gidemiyorsan, birilerine söyle onlar getiriversin” diye ısrar bile etti değil mi?
Oysa sen ne dedin o raptiyeye?
“Ya birileri bi laf eder, tatsızlık çıkarmayayım durduk yere!..”
Halbuki, bir önceki gece maçı dinletememenin pişmanlığıyla salonda için için yanarken,
o flamayı benimle birlikte yollamaya pek bi kararlıydın.
Neymiş efendim, “Birileri bir şey söylermiş!”
Ulan, ailenin en küçüğü olmana rağmen sen bir şey isteyip, yaptın da -ben dahil- kim senin karşında durabildi?
O an mı uslu çocuk olmaya karar verdin? Çok çok, o raptiye kadar bir çıkıntılık yapacaktın.
Delilik falan da değildir bu yanlış anlama. Sadece, basit bir ‘çıkıntılık’, işte hepsi bu!
Kuşkusuz sana “Etme, tutma” diyen de olurdu. Sen de onları “Siz karışmayın be”
diye rahatlıkla başından savabilirdin, daha önce defalarca yaptığın gibi…
Şimdi tam hatırlamıyorum ama, o flama on-onbeş yıldır tepemde asılı dururdu.
İşte o gün de tepemde asılı durmalıydı evlat. Bunu bir tek sen akıl edebilirdin, biliyorsun değil mi?
Hatta sana son sözlerimde ipucu da vermiştim. Ama dedim ya, henüz bana benzemiyorsun…
Fakat görüyorum ki ümit var, sen sıkma canını.
Öyle kırk fırın ekmek yemen falan da şart değil bunu bilesin.
Kendini fazla kasma yeter. Hani karizmayı çizdirmekten falan da hiç çekinme.
İmaj diye, karizma diye robotlaşıyorsunuz haberiniz yok! İçinizden geleni gereği gibi yapmıyor,
ruhunuzu ortaya koyamıyorsunuz. Bari sen artık -onlara uyup da- böyle yapma.
Tıpkı, o gece yaptığın gibi yap mesela. Hatırlıyorsun değil mi o geceyi?
Hani Feneri yenip, kupayı almıştık. Maç bittiğinde öylece kalakalmıştın koltukta.
Ne havalara fırlamış, ne de tezahürat yapmıştın. Şapkanın siperliğini indirip yüzüne, eğmiştin başını iyice göğsüne.
Hani telefonunun yine çalmasını bekliyordun ama nafile. Ve biliyordun ki artık hiç çalmayacaktı.
Hani bir hıçkırık kopup derinlerden, süzüldü formanın üzerine. Ve ne kadar ağladığını kimseler görmedi.
İşte o an yine dürttü seni o raptiye. “Kalk ulan kalk” dedi sanki sertçe.
Usulca kalktın ayağa büyülenmiş gibi.
Ve yavaşça yürüyüp açtın pencereyi.
Ve derin bir soluk alıp dinledin geceyi.
Ve karanlığa baktın yaşlı gözlerle.
Ve flamaya.
Ve raptiyeye.
Ve yüzüme baktın sessizce.
Ve işte o an en gür sesinle haykırdın geceye “Siyah” diye evlat, “SİYAH” diye…
“İşte benim oğlum” dedim “Deli Dündar’ın oğlu…”
Daha sesinin yankısı sönmeden gecede, cep telefonun ‘yeniden’ çaldı değil mi evlat?
İçeriden koşup gelen Seher’e hala çalan telefonu göstererek ne dediğini hatırlıyor musun?
“Ben ‘siyah’ diye bağırdım ya, bak anında ‘beyaz’ geldi!”
Telefonunun ekranında ne yazıyordu peki?
“Anne – Baba arıyor…”
Sakın o raptiye, dokuzyüz kilometre ötedeki anneni de aynı anda dürtüklemiş olmasın!
İşte o an son bir nefes hakkım daha olsaydı, sana “Beyaz” diye haykırabilmek için
onu seve seve tüketir ve seni o numaradan arayan mutlaka ben olurdum…
Bilmelisin ki evlat, göğe savurduğun o ‘siyah’ bir kartal gibi karanlıkta süzülecek ve
o keskin gözleriyle kendi ‘beyazı’nı mutlaka bulacaktır. Yeter ki sen, içinden gelen o siyahı, gereği gibi savur.
İşte o zaman senin o saf siyahın, gökyüzünde bir yerlerde kendi saf beyazına mutlaka kavuşacaktır.
Ve göreceksin ki bir gün, yeni yeni pencereler açılacak ve yeni yeni siyahlar da savrulacaktır gökyüzüne.
Belki de bir gün tüm Beşiktaşlılar sadece ‘siyah’ diye haykıracak biteviye.
Çünkü bilecekler ki ‘beyaz’, artık hasretle bekliyor siyahını gökyüzünde…
O ‘siyah’ için sana ne kadar teşekkür etsem azdır evlat.
Beş ay sonra ilk kez o gece rahat uyudum.
Bir de “Ölümle yaşamı ayıran çizgi, siyahla beyazı ayıramaz ki” diye haykıran tribünün sesini
mezar taşıma nakşedersen değme keyfime…
İşte böyle evlat. Bir gün senin de isminin önünde bir lakabın olacaktır.
Evet, ‘deli’ olmayacaktır belki ama, bu, hayatta -zaman zaman- delilikler yapmayacağın anlamına da gelmesin.
Çünkü, hayata karşı tavrın her daim mantık çerçevesinde olmak zorunda değil.
Yerinde ve zamanında yapacağın delilikler, bazen hayata karşı en sağlam, en tutarlı ve en renkli tavırların olabilir.
Sadece siyah ve beyaz olsalar bile…
Baban,
Nam-ı diğer,
Beşiktaşlı Deli Dündar
(17.06.1928 - 03.12.2005)